Öğretmene “Apolet” Değil, İnsanca Yaşayacak Ücret İstiyoruz!
Değerli Arkadaşlar,
Yeni düzenlemeye ilişkin ilk itirazımız, artık bir yönetim biçimi haline gelen “ben yaptım, oldu” anlayışına karşıdır. Öğretmenlik mesleğini yakından etkileyen, köklü değişiklere yol açacak bu düzenlemenin eğitim işkolunda örgütlü sendikaların görüşleri alınmadan, belli bir aşamaya getirilmiş olmasını anlayabilmek ve kabul etmek olanaklı değildir. Siyasal iktidar öğretmenlerle ilgili düzenlemeler gerçekleştirirken, ne ilginç ki tek bir öğretmenin görüşünü bile almamaktadır. Böylesine antidemokratik bir biçimde hazırlanan yasanın uygulama şansı olabilir mi? Çalışma barışını, öğretmenler arasındaki ilişkiyi zedelemeyeceğini kim iddia edebilir?
TBMM`de bulunan yasa tasarısı, Kamu Yönetimi`nde ve Kamu Personel Rejimi`nde yapılmak istenen değişikliklerin eğitim ayağını oluşturacaktır. Projenin baş mimarı Milli Eğitim Bakanı değil, IMF Türkiye masası şefidir.
Bu noktada, “eğitimde toplam kalite yönetimi”, “verimlilik”, “sözleşmeli personel”, “esnek çalışma” gibi kavramların performans değerlendirmesi ile eş zamanlı olarak gündeme getirilmesinin yalnızca bir rastlantı olmadığını görmek gerekmektedir.
Yapılmak istenen, işçi/işveren ilişkisinde bağımlılığın hakim kılınması, işverene itiraz etmeme ve yaranmanın öne çıkmasıdır. Eğitim süreci, kapitalist bir yaklaşımla düzenlenecek, çok kazanma hırsı başta öğretmenler olmak üzere eğitim bileşenlerini etkisi altına alacaktır. Ayrıca öğretmenlerin sınava tabi tutulması, dersane sektörünün gelişmesine neden olacaktır.
Değerli Eğitim Emekçileri,
Ancak bu yasanın hizmet içi eğitimle bir bağlantısını kurmak ne kadar zorsa, aynı şekilde bu yasanın öğretmenin niteliğini yükselteceğini iddia etmek de o kadar olanaksızdır.
Yasa açıkça, çalışma barışını bozacak, öğretmenler arasındaki mesleki dayanışmayı ve paylaşmayı ortadan kaldıracak, onları yarışa sokacak, güven ilişkisini zedeleyecek özellikler içermektedir. Öğretmenler arasında hiyerarşi yaratmak, farklı ücret politikası uygulamak, eşit işe eşit ücret ilkesini ortadan kaldıracaktır. Aynı okulda, aynı düzeydeki sınıfı okutan iki öğretmen arasındaki ücret farklılığı, telafi edilmesi güç sonuçlar yaratacaktır.
Ayrıca; aynı sınıfa giren öğretmenler, öğrenciler ve veliler açısından da değerlendirilecektir. Veliler de öğretmen seçme veya çocuğunun sınıfına giren öğretmen hakkında olumsuz sonuçlar doğuracak tartışmalar yapacaktır. Böylece öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenin saygınlığı öğrenci ve velilerin değerlendirmeleri ile polemiğe açılarak, öğretmenin onuru büyük ölçüde zedelenecektir. Öğretmenler psikolojik çöküntü yaşayacaktır.
Yasaya göre, öğretmen sınava girecektir ki, bu durum tıpkı öğrencilerimizin yaşadığına benzer bir adaletsizliğe yol açacaktır. Farklı bölgelerdeki okullarda öğretmenlik yapanlar arasındaki farklılık sınav sonuçlarına yansıyacaktır. Ayrıca sınavda alınan puanın, başka kıstaslarla birlikte değerlendirilecek olması beraberinde soru işaretleri taşıyacak, şaibeli ilişkiler devreye girebilecektir. Yasa bu haliyle, şaibeli ilişkileri, eğitim kurumlarındaki kastlaşmayı, partizanlığı, kayırmacılığı kışkırtacaktır.
Ülkemizde yönetsel kademelerdeki denetim mekanizması ciddi sorunlar taşımaktadır. Sınav dışı kriterlerin de devreye gireceği bir sistem, sınavın yol açacağı adaletsizliği pekiştirmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Üstelik, eğitimde başarının ölçütünün tek başına sınavla belirlenemeyeceği tüm eğitimciler tarafından bilinmektedir.
Kamu Yönetimi Yasa Tasarısının en dikkat çekici yanı, çalışanların örgütlülüğe, sendikalara ihtiyaç duymayacak bir düzenlenmenin getirilmesidir. Çalışanlar ücretlerini yükseltmek, çalışma koşullarını iyileştirmek için örgütlülüğü değil, işverene yakın olmayı seçecektir.
Öğretmenleri, “başöğretmen”, “uzman öğretmen”, “öğretmen” ve “aday öğretmen” tanımlamaları ile derecelendirmeyi, Türk Silahlı Kuvvetleri, Polis Teşkilatı, üniversiteler veya yargıdaki tanımlamalar üzerinden açıklamak gerçekçi değildir. Sözü edilen kurumlarda her derecelendirmeye uygun statü tanımı vardır. Bu kurumlarda görev yapanlar, çalışma ilişkileri üzerinden bulunduğu statünün tanımına uygun farklı görevlerle yükümlü sayılmıştır. Yine üniversitelerde bilimsel ölçütler üzerinden yapılan akademik kariyer tanımlamaları belirli görev tanımlamaları ile birleştirilmiştir. Adalet hizmetlerinde de yargıçların tanımına uygun statüleri belirlenmiştir. Öğretmenlerin durumu, örneklerin hiçbirisi ile benzeştirilemez.
Öğretmenlerin onurlandırılması elbette gereklidir. Öğretmenlik mesleğinin kendisi bir onurdur. Tüm eğitim emekçilerinin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi bizlerin olmazsa olmaz talepleri arasındadır. Üstelik sadece öğretmenlerin değil, nitelikli bir eğitim ortamının yaratılmasında en az öğretmenler kadar emeği olan memur ve hizmetliler de onurlandırılmayı hak etmektedir. Öğretmenler için düşünülen iyileştirmeler, memur ve hizmetlilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile birlikte ele alınmalıdır.
Bunun için;
2- Çalışma hayatında kuralsızlığı yaygınlaştıran “esnek çalışma” dayatmalarından vazgeçilmeli, “TKY”, “Norm Kadro”, “Performans Değerlendirmesi” gibi uygulamalar derhal terk edilmelidir.
3- Ekonomik ve özlük haklardaki iyileştirmeler, çalışanların “apoletine” ya da “rütbesine” göre değil, tüm eğitim emekçilerine verilmelidir.
4- Bütün bu çalışmalarda, tarafların karşılıklı görüşleri alınıp, gerekli tartışmalar yapıldıktan sonra yasal girişimlere başlanmalıdır. KİK`te kararlaştırılan maddelerle ilgili yasal değişiklikler yapıldıktan sonra yeni yasal düzenleme girişimlerinde bulunulmalıdır.
5- Sendikal örgütlülüğü engelleyen tüm tutum ve davranışlardan vazgeçilmelidir. Örgütlenmenin önündeki tüm hukuki ve fiili engeller kaldırılmalıdır.
6- Öğretmenleri, tıpkı öğrenciler gibi sınav maratonuna sokacak girişimler terk edilmeli ve başarının yükseltilmesine hizmet edecek eğitim ortamları sağlanmalıdır. Bireysel rekabeti kışkırtmak, asıl sorunların üzerini örtecektir. Piyasaya şartlarında rekabet ilişkilerinin yaygınlaşması, eğitimin bir insan hakkı olması ilkesine aykırıdır.
7- Öğretmenleri dershanelere yönlendiren bu tutum, eğitimin niteliğini arttıramaz. Eğitim kurumları ihtiyacı olan her türden araç-gereçler (yazılı, görsel, işitsel) ile donatılmalıdır. Hizmet içi eğitim, gelişmiş ülkelerdeki gibi, özendirici tedbirler alınarak, bilimsel bir içerikle ve belirli periyotlarla tüm eğitim emekçilerine verilmelidir.
8- Siyasi kadrolaşma uygulamalarından vazgeçilmelidir.
9- Öğretmen yetiştirme politikaları, bilimsel ölçütler ve gereksinimler üzerinden kamuoyunda tartışılarak yeniden belirlenmelidir.
Değerli Arkadaşlar,
Milli Eğitim Bakanı`na sesleniyoruz: Öğretmenler yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır. Öğretmelere apolet takacağınıza, onları sınıflandıracağınıza, ücretler başta olmak üzere tüm ekonomik ve sosyal haklarda iyileştirme yapın. Tüm eğitim emekçilerinin yararlanacağı düzenlemeleri hayata geçirin.
EĞİTİM SEN
MERKEZ YÖNETİM KURULU
——————————————————————————————–
Bir süreden beri Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenleri aday öğretmenler dışında (ayrıca) üç dereceye ayırmak istemektedir. Mesleğin öğretmenlik, uzman öğretmenlik ve başöğretmenlik gibi üç “kariyer basamağı”na (dereceye) ayrılmasını amaçlayan çalışmaların sonuçlanması yakın gibi görünmektedir.
Derecelendirme tasarısı
Kamuoyuna yansıyan gerekçe
Tasarının genel gerekçesi
Tasarının madde gerekçeleri
657 sayılı yasaya eklenmesi öngörülen fıkra için gerekçe bulunamadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu fıkranın gerekçesi olarak yazılan metin, gerekçe değil, açıklama niteliğindedir.
Tasarının içeriği
Uzman öğretmenlerle başöğretmenlere ek eğitim, öğretim tazminatı verilmesi de tasarlanmaktadır. Ek tazminat, en yüksek devlet memuru aylığının uzman öğretmenler için %20`sini, başöğretmenler için de %40`ını geçemeyecektir. Tasarı, bu oranların da % 0 olmasını engelleyici bir kural içermemektedir.
Öğretmenlerin derecelendirilmesi girişimlerine geçmişte de tanık olunmuştu. Eğitim ve bilim çevreleri ile öğretmen kamuoyunun desteğinin yeterince sağlanamaması nedeniyle bu girişimlerin sonuçlandırılması hep ertelenmişti.
Tüm saydamlık ve katılım savlarına karşın, kamuoyunun, özellikle ilgili kurum, kuruluş ve örgütlerin görüş ve değerlendirmeleri, demokrasinin olmazsa olmazları arasında yer alan katılım, AKP iktidarı için gerçekte hiçbir önem taşımamaktadır. Bu değerlendirmeyi destekleyen yüzlerce gelişmeye tanık olunmuştur. Demokrasinin özellikle saydamlık ve katılım bo-yutu AKP iktidarı döneminde alabildiğine güdükleştirildiği için, öğretmenlerin derecelendirilmesi girişimleri büyük bir gizlilik içinde yeniden başlatılmıştır. Aynı nedenle, konu ile yakından ilgili sayılması gereken öğretmen örgütlerinin görüşlerine başvurulmadan, katılımları sağlanmadan ve katkıları alınmadan bu girişimleri sonuçlandırmak üzere başlatılan çalışmalar yoğunlaştırılmıştır.
Beklenen sonuçları verecek mi?
1. Konu yeterince tartışılmamış, araştırılmamıştır. Öğretmenliği ve öğretmenleri derecelere ayırarak yetenek, nitelik, deneyim ve bilgi birikimi, sonuç olarak öğretmenlikteki verimi farklı olanlar hakkında farklı olanaklar sağlama olanağı var mıdır? Bu sorunun doğru yanıtını bulabilmek için konunun yeterince tartışılmadığı, gerekli araştırmaların yapılmadığı, öğretmenlerin konumlarında öngörülen değişikliklerin olumlu sonuçlar vereceğinin güçlü bir olasılık olarak saptanmadığı anlaşılmaktadır. Eğitim alanında reform, hatta devrim olarak nitelendirilen her değişiklik gibi öğretmenleri derecelendirmenin de ciddi araştırma bulgularına dayanmadığı ortadadır. Tıpkı, sınıf geçme yerine ders geçme yönteminden kısa sürede dönülmesi gibi, öğretmenlerin derecelendirilmesinden de uzun olmayan bir süre sonra vazgeçilmesi “sürpriz” sayılmamalıdır.
2. Öğretmenlikteki başarının değerlendirilmesi için kullanılmakta olan araç, yöntem ve ölçütler, başarılı olanlarla olmayanları sağlıklı biçimde ayırmaya elverişli değildir. Tüm devlet memurları gibi öğretmenler de, esas olarak, kendileri hakkında düzenlenen sicil raporları ile değerlendirilmektedir. Bu raporların düzenlenmesinde kullanılan ölçütler, son derece genel ve soyuttur.
Sicil raporlarının içerdiği ölçütlerin genellik ve soyutluk düzeyi, daha ilk bakışta kolayca anlaşılabilmektedir. Konuya biraz daha yakından bakabilmek için, sicil raporlarını dolduran yöneticilerin, değerlendikleri kamu çalışanlarının başarı düzeylerini saptamak amacıyla kullanmaları zorunlu ölçütler üzerinde durmakta yarar vardır. Bu ölçütler şunlardır:
a) Sorumluluk duygusu,
b) Görevine bağlılığı, iş heyecanı, teşebbüs fikri,
c) Mesleki bilgisi, yazılı ve sözlü ifade kabiliyeti, kendini geliştirme ve yenileme gayreti,
d) İntizam ve dikkati,
e) İşbirliği yapmada değişen şartlara, görevlere uymada gösterdiği başarı,
f) Tarafsızlığı (görevini yerine getirirken dil, ırk, cins, siyası düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrılıklarından etkilenmeme),
g) Amirlerine, mesai arkadaşlarına, iş sahiplerine karşı tutum ve davranışı,
h) İnsan haklarına saygısı (insanların kişiliğine ve haklarına saygı gösterme, hiç kimseye insanlık onuruyla bağdaşmayan muamelede bulunmama),
i) Disipline riayeti, görevini yerine getirmede çalışkanlığı, kabiliyeti ve verimliliği,
j) Yurt dışı görevlerde temsil yeteneği, mesleki ehliyet ve yabancı dil bilgisi (sadece yurt dışı teşkilâtı olan kurumlar için).
Yukarıdaki ölçütler, tüm devlet memurları için geçerlidir. Öğretmenler, 657 sayılı yasa kapsamındaki devlet memurlarıdır. Bu nedenle, onlar için de (aynı ölçütleri içeren) bu sicil raporu kullanılmaktadır. Ancak öğretmenler, müfettişlerce de denetlenmektedir ve denetim sonucunda düzenlenen raporlar, sicil raporlarında yer alanlardan farklı ölçütler içermektedir.
Şubat 2001`de (2521 sayılı Tebliğler Dergisi`nde) yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri Başkanlıkları Rehberlik ve Teftiş Yönergesi`nin 21/l maddesine göre, “öğretmenlerle aday öğretmenlerin teftişi en az iki saat içinde yapılır.” İlköğretim müfettişlerinin iş yoğunluğu ve sayısal yetersizlikleri nedeniyle uygulamada bu süre “en çok iki saat” olarak gerçekleşmektedir. Bu iki saat içinde öğretmenler, dersliğin eğitim ve öğretime hazırlanması, eğitim ve öğretim, yönetim ve çevre ile ilişkiler, mesleksel gelişim açılarından değerlendirileceklerdir.
Dersliğin eğitim ve öğretime hazırlanıp hazırlanmadığını saptayabilmek için kullanılacak ölçütler şunlardır:
– Dersliğin düzenlenmesi, bakımı ve temizliği,
– Derslikte gerekli olan etkinlik ve ilgi köşelerini oluşturma,
– Derslikte düzeye uygun ders/oyun araç, gereç ve materyalleri bulundurma,
– Sınıf kitaplığı/kitap köşesi oluşturma ve gerekli kayıtları tutma.
Eğitim ve öğretim durumu değerlendirilirken de çok yönlü bir gözlemde bulunulacaktır. Gözlenecek yönler şunlardır:
– Yıllık, ünite, günlük ve diğer öğretim planlarını hazırlama ve uygulama,
– Öğrenme ilkelerini gözetme, dersin/etkinliğin araç ve konusuna uygun strateji. Yöntem, teknik ve araçları seçme, etkili kullanma ve kullandırma. Derslikteki etkinlik ve ilgi köşelerini etkili kullanma ve kullandırma. Gezi, gözlem, inceleme ve araştırma ile deneylere yer verme,
– Öğrencilerin öğrenme etkinliklerine aktif katılımını sağlayacak ortam ve süreçleri hazırlama. Öğrencilerle etkili iletişim kurma ve sürdürme,
– Öğrenci seviyesine ve mevzuatına uygun ödev verme, araştırma yaptırma, bilgiye ulaşma yollarını öğretme, öğrenmeyi öğrenen bireyler yetiştirme,
– Öğrencilerde ulusal bilinci, ulusal değerlere saygı ve sevgiyi geliştirme, seviyelerine uygun olarak İstiklal Marşı, Atatürk`ün Gençliğe Hitabesi, Öğrenci Andı, Atatürk ilke ve inkılâplarını öğretme. Öğrencilere okuma zevki ve alışkanlığı kazandırma, Türkçe`yi etkili ve doğru kullanma ve kullandırma,
– Öğrencilere ders programlarının öngördüğü hedef ve davranışları, sorumluluk ve güven duygusu kazandırma,
– Sınıflarda özel eğitimi gerektiren öğrencilerle ilgili etkinlikleri yürütme,
– Öğrenci başarısını ölçme ve değerlendirme,
– Öğretmenin sınıf içi ve çevredeki eğitimsel liderliği becerisi.
Öğretmenler yönetimle, çevreyle ilişkiler ve mesleksel gelişim yönünden değerlendirilirken gözlenecek davranışlar da şunlardır:
– Yönetici, öğretmen ve öteki görevlilerle işbirliği içinde verilen görevleri yapma,
– Okuttuğu sınıf ve dersle ilgili defter, dosya ve kayıtları tutma,
– Törenlere, mesleki toplantı, eğitici kol etkinlikleri, öğretmenler kurulu, şube öğretmenler kurulu ve zümre öğretmenleri toplantılarına katılma, kararlar alma ve uygulama,
– Çevreyi tanıma ve koruma, velilerle uyumlu ilişkiler kurma, eğitim ve öğretim etkinliklerinde çevreden yararlanma,
– Öğrencileri, okulunu ve öğretmenlik mesleğini sevme, benimseme ve örnek olma,
– Mesleğin ve görevin gerektirdiği ilke ve kurallara uyma,
– Kendini yetiştirme, eğitimle ilgili eserleri okuma, mevzuatı ve çağdaş öğretim stratejilerini izleme, öğrenme ve uygulama.
İki saat, öğretmenlerin bu ölçüde çok yönlü biçimde tanınmalarına yetecek uzunlukta değildir. Sözgelimi, mesleğin ve görevin gerektirdiği ilke ve kurallara uyma düzeyleri açısından öğretmenleri tanıyabilmek için aylarca, belki yıllarca onlarla birlikte ve yakın ilişki içinde çalışmak gerekir. O da yetmez. Çünkü, mesleğin ve görevin gerektirdiği kuralları, öncelikle öğretmeni değerlendirecek olanın bilmesinde zorunluluk vardır. Oysa, kuram ve uygulama alanında çok iyi yetişmiş iki uzman eğitimcinin bile bu kuralların neler olduğu konusunda görüş birliği sağlamaları olanaksızdır. İlköğretim müfettişlerinin öğretmenlerin başarılarını saptama sırasında kullanmaları zorunlu öteki ölçütler için de benzer değerlendirme yapılabilir.
03.10.1993 gün ve 21717 sayılı Resmi Gazete`de yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu Yönetmeliği`nin 62. maddesinde de ortaöğretim kurumlarında öğretmen olarak görevli bulunanların bakanlık müfettişlerince yapılacak denetimlerinde hangi ölçütlerin kullanılacağı belirtilmektedir. Bu ölçütler şunlardır:
1. Öğretmenlerin;
– Kendi alanlarındaki yetişkinlikleri,
– Göreve bağlılıkları,
– Çalışmaları,
– Öğretim metotlarını uygulamadaki yeterlikleri,
– Milli Eğitim Temel Kanununda öngörülen hedeflere ulaşılması yönündeki çabaları,
– Öğretim programını ve yıllık ders planını ne dereceye kadar uyguladıkları,
– Soru düzenlemedeki yeterlilikleri,
– Yaptıkları yazılı yoklamalar, öğrenci ödevleri ve bunları değerlendirme dikkatleri,
– Atölye çalışmaları ile kazandırdıkları bilgi ve beceri düzeyleri,
– Öğrencileri kişisel çalışmalara yöneltmede gösterdikleri başarı,
– Okul içi ve dışı etkinlik ve davranışları,
– (Gerekli görülürse) sorumluluk duyguları, görevlerine bağlılıkları, iş heyecanları, teşebbüs fikirleri, mesleki bilgileri, yazılı ve sözlü ifade becerileri, kendilerini geliştirme ve yenileme gayretleri, intizam ve dikkatleri, disipline riayetleri, amirlerine, mesai arkadaşlarına, iş sahiplerine karşı tutum ve davranışları, çalışkanlıkları, verimlilikleri, temsil ve yönetme yetenekleri vb…
2. Öğrencilerin yetişme düzeyleri,
3. Derslerde elde edilen sonuçların okuldaki eğitim ortamına ve çevreye yansıması.
Değerlendirme ölçütlerinin genelliği ve soyutluğu, güvenilebilir sonuçlara ulaşmaya elverişli nitelikte bulunmadığı, dolayısıyla ölçüt bile sayılamayacağı daha ilk bakışta anlaşılabilmektedir.
Ölçütler somut, özel ve kullanılışlı olsa bile durum değişmez. Çünkü, iyi saptanmış ölçütleri amaca uygun biçimde kullanabilmek, yetenek ister. Bu yeteneği kazanmanın temel koşulu, değerlendirme yapmakla görevlendirilenlerin o görevi başarıyla yerine getirecek nitelikleri önceden kazanmış olmalarıdır. Ölçme ve değerlendirme alanında özel olarak yetiştirilmeyenlerden sağlıklı değerlendirme yapmaları beklenemez. Amaca uygun değerlendirme, ölçme ve değerlendirmeye konu edilen niteliklerin de önceden kazanılmasıyla olanaklıdır. Sözgelimi, insan haklarına saygı düzeyini saptamakta kullanılacak bir ölçütten yararlanabilmek için, öncelikle insan haklarının kuramsal ve uygulama boyutuyla yakından ilgili olmak gerekir. Genel ve soyut ölçütler kullanılarak bir ölçüde sağlıklı değerlendirme yapabilmenin koşulu, belki insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir süre, değerlendirilecek kamu görevlisinin çalışmalarını (hem de yakından) izlemektir. Sicil raporunu dolduracak olanların ölçme ve değerlendirme alanında özel olarak ve önceden yetiştirilmiş olmalarının, kullanacakları ölçütlere uygun bulunmalarının güvencesi olmadığı gibi, değerlendirdikleri kamu görevlileri ile çok uzun süre birlikte çalışma olanakları da yoktur. Dolayısıyla genel ve soyut ölçütlerden yararlanarak yaptıkları değerlendirmeye güvenilemez. Yabancı dil bilgisi birkaç sözcükle sınırlı olan ya da tek yabancı sözcük bilmeyen bir sicil amirinden, buyruğu altında çalışan kamu görevlisinin yabancı dil bilgisini ölçmesini isteyerek kendi kendimize yarattığımız çıkmaz, öğretmenlerin başarılarının değerlendirilmesinde de görülmektedir. Öğretmenin meslek bilgisini ölçebilecek olanlar, en az onun düzeyinde meslek bilgisine sahip bulunanlar arasından seçilmezse, değerlendirmeden beklenen sonucun alınamayacağı önceden kabul edilmiş demektir. Yaşamının hiçbir aşamasında tarafsız (yansız) olmayı başaramamış bir okul müdürü, yönettiği kurumda çalışan öğretmenlerin yansız olup olmadıklarını nasıl saptayacaktır?
Hiç kimse yadsıyamaz ki bugünkü değerlendirme süreci, öğretmenlerin görevlerinde başarılı olup olmadıklarını güvenilir biçimde saptamaktan çok uzaktır. Değerlendirme sonuçları ile kişisel ve siyasal yakınlıklar arasındaki bağıntı son derece güçlüdür. Değerlendirme ölçütlerinin belirlilikten, nesnellikten uzak olması, bu gücü daha da artırmaktadır. Sağlıklı ve sonuçlarına güvenilebilecek değerlendirme araç ve yöntemleri geliştirilemezse, öğretmenlik üç değil, yüz dereceye ayrılsa bile sonuç değişmez.
3. Derecelendirme, bizi, hiç beklenmedik bir biçimde, öğretmenlerin de içinde yer aldıkları demokratik örgütleri zayıflatma, onların destekledikleri toplumsal savaşımın gücünü azaltma sonucuna götürebilir. Bir zamanlar öğretmenler, değişik gruplara ayrılmışlardı. Köy Enstitüsü çıkışlı olanlarla olmayanlar, kentlerde öğretmenlik yapanlarla, köy-lerde görevli olanlar, ilkokul öğretmenleri ile ortaokul ve lise öğretmenleri, birinci ve ikinci kademe öğretmenleri… Şimdilerde sınıf öğretmenleri ile branş öğretmenleri… Bu ayrımdan kocaman bir bölünme de doğmuştu. TÖS ve İLK-SEN… Öğretmenler derecelendirilirken bu gelişmeler unutulamaz. “Birileri öğretmenlerin yaratmayı başardıkları örgütlerin güçlerinden kaygı duymuş, o gücün bölünmesi için bugünden önlem almayı düşünmüş olabilir.” kuşkusu giderilemez.
4. Öğrencilerin yarıştırılması yeterli görülmemiş olmalı ki, “sınav maratonu”na öğretmenler de katılacaklardır. Tasarı ile 1739 sayılı yasanın 43. maddesinin sonuna eklenmesi öngörülen fıkralardan birine göre, basamaklar arasındaki geçişler, her yıl bir kez yapılacak sınav sonuçlarına bakılarak sağlanacaktır. Bu, meslekte yükselmek isteyen her öğretmenin, başarılı oluncaya değin her yıl sınava girmesi anlamına gelmektedir. Öğrencilerin anlamsız ve yararsız sınav maratonu, ailelere kan ağlatacak boyutlara tırmanmıştır. Tasarı yasalaşırsa, bundan böyle, öğretmen aileleri de öğrenci ailelerinin katlanmak zorunda bırakıldıkları çileleri, üstelik daha uzun bir süre çekeceklerdir. Bu öyle bir sınav düzenidir ki, düşünmeyi, yargılamayı, yeniden üretmeyi ya da yaratmayı değil, bir çok seçenek arasından birilerinin “doğru” bulduklarını seçme esasına dayanmaktadır. Sanki yaşamın tümü, değişik seçenekler arasından uygun olanları seçme üzerine kurulmuş gibi… Birilerinin yarattıkların-dan birini seçeceksiniz. Kendiniz bir şey yaratmayacaksınız. Seçenekleri başkaları yaratacak… Doğru seçeneği sadece tanımakla yetineceksiniz. Üzerinde düşünmeniz, seçenekleri birbirleriyle uzun boylu karşılaştırmanız gerekmeyecek. Bunun için size zaman da tanınmayacak. Başkaları sizin yerinize düşünecek… İş yapmayacaksınız. İş yapma beceriniz gözlenemeyecek, ölçülemeyecek. Uyaranlar karşısında verdiğiniz tepkilere bakılmayacak, bakılamayacak… İşte bu sınav maratonu, artık öğretmenlerle birlikte onların eşlerinin, çocuklarının, analarının, babalarının da yaşamlarını karartmaya başlayacak. Kolay sınav kazanma yol ve yöntemlerini öğreten kitaplar çıkacak, kurslar açılacak, özel dersler verilecek… Zaten büyük boyutlara ulaşan sınav piyasası, biraz daha devleşecek… Kitap pazarı; artık kültürel, bilimsel ve sanatsal yayınlarla uğraşma gereği duymayacak ölçüde hareketlenecek. Özel kurslara ve dershanelere gitme bakımından öğretmenlerle öğrenciler birbirileriyle yarışacak. Uzman öğretmenliğin ya da başöğretmenliğin sağlayabileceği parasal olanaklar, belki, kurslara, dershanelere, “sınav kazandıran kitap”lara bile yetmeyecek.
5. Seçkin nitelikler taşıdıkları varsayılan öğretmenlerin çalıştıkları okullarla ötekiler arasında ayrım yapıldığı izlenimi, yeni toplumsal huzursuzlukların kaynağı olabilir. Her yerleşim biriminde, her okulda ve her alanda başöğretmen ya da uzman öğretmen çalıştırılamayacağına göre, okulların öğretmen kadrosu bakımından aralarında bugün de bulunan farklılıklar, derinleştirilerek sürdürülecek demektir. Eğitimde fırsat ve olanak eşitliğinin sağlanamamış olması, çok yakındığımız konulardan biridir. Öğretmen kadrosu yönünden kimi bölgelerin, illerin, yerleşim birimlerinin, okulların ve alanların ötekilere göre zaten var olan ayrıcalıklarının artırılarak sürdürülmesi, yeni toplumsal yakınmaların, giderek huzursuzlukların oluşmasına yol açabilir. Değerlendirme olanaklarının biraz da bilinerek daraltıldığı koşullarda “uzman öğretmen” ya da “başöğretmen” olarak nitelendirilenler, büyük olasılıkla, taşıdıkları unvanların gerektirdiği niteliklerden yoksun olacaklardır. Ancak o nitelikleri taşıdıkları kanısı, onların görev yaptıkları okulların ve alanların korunduğu, gözetildiği kanısını da güçlendirecektir. Derecelendirmede başarısızlık kaçınılmazdır. Aynı biçimde, derecelendirme görüntüsü yaratmanın doğuracağı olumsuz sonuçlardan da sakınılamayacaktır.
6. Öğretmenliği derecelendiren yeni yasal düzenleme, “kazanılmış haklar”ın ortadan kaldırılması sonucunu doğuran uygulamalara yol açacaktır. Öğretmenliğin özel bir uzmanlık mesleği olduğu, yasayla belirlenmiştir. 1739 sayılı yasanın 43. maddesinde öğretmenlik, “…Devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir uzmanlık mesleği…” olarak tanımlanmıştır. Devlet, öğretmenliğin özel bir uzmanlık mesleği olduğunu önceden kurallaştırmıştır. Yine devlet, öğretmenliğin gerektirdiği nitelikleri taşıdıklarını (eğitim ve öğretim alanında uzmanlık düzeyinde yetiştirildiklerini) saptadıklarını öğretmen olarak atamıştır. Bu duruma göre, şu anda görevde bulunan tüm öğretmenlerin “uzman” olduklarının kabul edilmesinde yasal zorunluluk vardır. Bunun anlamı, “uzman”lığın, tüm öğretmenler için kazanılmış hak olmasıdır. Tasarı yasalaşırsa, “uzmanlık” unvanı, öğretmenlerin en çok %20`lik bölümü üzerinde bırakılmış, en az %80`inden geri alınmış olacaktır. Böyle bir düzenlemeyi, anayasanın (Türkiye Cumhuriyeti`nin nitelikleri arasında “hukuk devleti olma”yı da sayan) 2. maddesi ile bağdaştırma olanağı yoktur. Çünkü, Anayasa Mahkemesi kararlarında da vurgulandığı üzere kazanılmış haklar, hukuk devletinin koruması altındadır.
Derecelendirme gerçekleşirse, öğretmenlerin önemli bir bölümü, akşam “uzman” olarak yatacak, sabahleyin düz öğretmen olarak kalkacaktır. Böylece hiç olmazsa öğretmen kamuoyu, uzmanlığın yasa ile verilip alındığı sonucuna varacaktır. Oysa uzmanlık, düzenli ve disiplinli biçimde yetişme ile kazanılır. “Uzman” unvanı, böyle bir yetişkinlik düzeyine çıkıldığının yetkili organ ve kurullarca saptanmasından sonra kullanılabilir.
7. Öğretmenleri derecelendirme tasarısı, anayasanın 128. maddesi ile de çelişmektedir. Anayasanın 128/2. maddesine göre, “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir.” Öğretmenleri aday ve asil dışında bir de uzman öğretmen ve başöğretmen diye derecelendirmeyi amaçlayan tasarı (m.1) ile, “…Sınava katılacaklarda aranan şartlar, sınav, basamakların her birinde geçirilmesi gereken en az çalışma süresi, basamaklarda yükselme ve her yıl kullanılabilecek başöğretmen ve uzman öğretmen sayılarının tespitine ilişkin usul ve esaslar ile diğer hususlar”ın “Maliye Bakanlığı ve Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşleri alınarak Milli Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelik” ile düzenlenmesi kurallaştırılmak istenmektedir. Yönetmelikle yapılması tasarlanan düzenlemeler, tümüyle, anayasanın yukarıda sözü edilen kuralının yasayla düzenlenmesini zorunlu kıldığı “memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri…” kapsamındadır. Anayasada yasayla düzenlenmesi açıkça belirtilen alanların yönetmelikle düzenlenmesi olanaksızdır. Bu nedenle tasarının yönetmelikle düzenleme yapılmasına olanak veren kuralının anayasanın 128/2. maddesiyle çelişiyor olması, yabana atılabilecek bir olasılık değildir.
8. Öğretmenlerin “öğretmen”, “uzman öğretmen” ve “başöğretmen” olarak “kariyer basamakları”na ayrılmaları doğrultusundaki uygulama, sendikal eylemleri caydırıcı etki yapacak biçimde yönlendirilebilecektir. Tasarıya göre, “kariyer basamakları” arasındaki geçişlerin koşulları yönetmelikle belirlenecektir (m.1). Süregelmekte olan hukuk ve yasa dışı uygulamalar; bunlar arasına, sözgelimi devlet memurluğundan çıkarma dışındaki disiplin cezalarından birini almış olanların “uzman öğretmen” ya da “başöğretmen” olmalarını engelleyecek koşulların da koyulabileceğini düşündürmektedir. Gerçi yönetmelikle getirilecek bu tür koşullar, 657 sayılı yasanın 132/4. maddesine açıkça aykırıdır. Çünkü bu madde, aylıktan kesme ve kademe ilerlemesinin durdurulması cezası alanların hangi devlet memurluklarına atanamayacaklarını sayma yöntemiyle belirlemiştir. Bunlar arasında uzman öğretmen ya da başöğretmen bulunmamaktadır. Ancak, bu yasal zorunluluğa karşın, pek çok atama yönetmeliklerinde aylıktan kesme ve kademe ilerlemesinin durdurulması cezası alanların belirli görevlere atanamayacakları kurallaştırılmıştır. Yönetim, yönetmeliklerin üst normlara uygunluğu konusunda yeterince duyarlı değildir. Bu duyarlılık eksikliği; uyarma, kınama, aylıktan kesme ya da kademe ilerlemesinin durdurulması gibi disiplin cezası alanların “uzman öğretmen” ya da “başöğretmen” olarak atanamayacakları yönünde bir düzenleme yapılması sonucunu doğurabilir. Eğer böyle bir düzenleme yapılırsa, meslekte ilerleme tutkusu sendikal eylemleri etkin biçimde destekleme kararlılığından güçlü olan sendika üyeleri, cezalandırılmalarına yol açabileceğini düşündükleri hiçbir eyleme katılmazlar. Böylece sendikal eylemlerin kitlesel desteği zayıflamış olur. Yönetimin sendikal eylemlere katılanlar hakkında yaptırım uygulama bakımından siyasal açıdan yandaş ya da kendisine yakın saydıkları ile saymadıkları arasında ayrım yapması durumunda oluşacak sakıncalar daha artar. Böyle durumlarda, meslekte ilerleme tutkusu güçlü sendika üyelerinin “uzman öğretmen” ve “başöğretmen” olmalarını engelleyeceğini düşündükleri sendikal eylemlere katılmaktan kaynaklanabilecek çekingenlikleri, bu eylemler arasında onları düzenleyen sendikalara göre farklı uygulamalar yapılması nedeniyle daha çok artacaktır. Siyasal iktidarların kendilerine uzak gördükleri sendikaların eylemlerine katılmak değişik biçimlerde cezalandırılırken, yandaş ya da yakın saydıkları sendikaların eylemlerine katılmanın ödüllendirilmesi, işveren yanlısı (sarı) sendikaların güçlendirilmesi, üyelerinin haklarını savunma ve koruma dışında kaygısı bulunmayan sendikaların ise zayıflatılması sonucunu doğuracaktır. Bu, demokratik sendikal yaşama “darbe” anlamına gelecektir.
9. Tasarı, derecelendirmeyi sağlayacak yasanın uygulanmasını güvenceye bağlayacak önlemler içermemektedir. Tasarının 1. maddesinin ikinci fıkrası, “toplam serbest kadro sayısı içinde, başöğretmen sayısı %10`u, uzman öğretmen sayısı ise %20`yi geçemez.” kuralına yer vermektedir. Bu kural, uzman öğretmen ve başöğretmen oranının üst sınırını içermektedir. Tasarıda, sözü edilen oranın alt sınırı yoktur. Bu demektir ki yönetim, uzman öğretmen ve başöğretmen oranını yüzde sıfıra kadar düşürebilecektir. Aynı değerlendirme, uzman öğretmenlerle başöğretmenlere sağlanacak ek parasal olanaklar bakımından da yapılabilir. Uzman öğretmenlerle başöğretmenlerin sayılarının ya da onlara sağlanacak ek parasal olanakların sıfıra düşürülmesi, yasanın eylemli olarak yürürlükten kaldırılması demektir. Başka biçimde söylemek gerekirse yönetim, dilerse uygulayabileceği, dilerse eylemli biçimde yürürlükten kaldırabileceği, kimi dönem uygulayacağı, kimi dönem uygulamayacağı bir yasa çıkarmak istemektedir. Yönetimin dilediği zaman uygulayacağı, dilediğinde uygulamayacağı bir yasa, işlev bakımından, (adı yasa olsa bile) daha çok yönetsel işleme benzemektedir.
10. Derecelendirme, öğretmenler arasında da çekişmelere, sürtüşmelere, huzursuzluklara yol açabilir. Öğretmenlerden kimilerinin kayrıldıkları, özel olarak korundukları, kimilerinin de itilip kakıldıkları, örselendikleri yaşanmakta olan bir gerçektir. Başarılı olanların başarısız, başarısız olanların başarılı gibi gösterildiklerine sık rastlanır. Bu yanlı uygulamalardan öğretmenler arasındaki ilişkiler de olumsuz yönde etkilenmektedir. Derecelendirme, öğretmenler arasında ayrım yapma olanaklarını artırır. Bu durum, onların ilişkilerini de bozabilir. Hakkı olmayanların uzman öğretmenliğe ya da başöğretmenliğe yükseltilmeleri, ötekilerin çalışma isteklerini azaltabilir.
11. Derecelendirme, siyasal kadrolaşmayı da kolaylaştırabilir. Yaşananlar, her siyasal iktidarın, kendi yandaşlarının ayrıcalıklı konumlar kazanmalarını desteklediğini göstermektedir. Gözlüyor ve izliyoruz: Siyasal iktidarlar değiştiğinde, tüm kamu kurumları gibi eğitim örgütünde de kadroların (müsteşardan okul müdür yardımcısına değin tüm eğitim yöneticiliklerinin) değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca yaklaşma düzeyi dönemden döneme değişse de, amaçta hiçbir değişiklik olmamaktadır. Yöneticilikler, çekiciliği olan görevlerdir. Derecelendirme, öğretmenlikte de çekici konumlar yaratılması sonucunu doğuracaktır (çünkü, daha yüksek derecelere gelmiş öğretmenlerin parasal olanakları artırılacak, belki çalışma koşulları da iyileştirilecektir). Siyasal iktidar, böylelikle, kendi yandaşlarının yükselme isteklerini karşılamakta önüne çıkan zorlukları daha kolay yenebilecektir. Yine böylece yandaşlarının kendisine bağlılıklarını artıracak, yeni yandaşlar kazanacaktır. Bunun anlamı, derecelendirmenin siyasal kadrolaşma amacıyla kullanılmaya elverişli olmasıdır.
12. Derecelendirme olgusu yeni değildir. Bugün de öğretmenler, “aday” ve “asil” olmak üzere başlıca iki dereceye ayrılmışlardır. Aday olanlar, asillerin kimi haklarından yoksundur: Sendika üyesi olamazlar. Görev güvenceleri zayıftır. Kurumlar arası yer değiştirme olanakları yoktur. Kurum içinde yer değiştirmeleri, daha sıkı koşullara bağlanmıştır. Öğretmenliğin bir üçüncü derecesi “yönetici öğretmenlik”tir. Ayrıca, bulundukları derece ve kademelere göre de öğretmenler zaten derecelidir. Adlandırılmamış olsa bile, doktoralı ve yüksek lisanslı öğretmenlerin konumları da ötekilerden farklıdır. Ek ders ücretlerini doktoralı olanlar %40, yüksek lisanslı olanlar %25 zamlı alırlar. Yüksek lisans ve doktora, aylık derecelerinin yükselmesini, kademelerin ilerlemesini sağlar. Çalışılan okul ve kuruma göre de öğretmenlerin parasal olanakları farklılık gösterir. Demek oluyor ki Türkiye`de öğretmenlerin derecelendirilmesi uygulaması vardır ve bu uygulama oldukça yoğundur. Ne tür yararlar sağlayabileceği saptanmadan derece sayısını artırmanın doğurabileceği sonuçlar belirsizdir. Sonucu kestirilemeyecek uygulamaları başlatmak, bilimsel tavırla çelişir.
Verimliliği sağlayacak başka önlemler vardır
1. Nitelikli öğretmen yetiştirilmesinin ilk ve belki de en etkili adımı, yetenekli gençleri “öğretmen adaylığı”na razı etmektir. Bunun yolu ve yöntemi bellidir: Meslek, çekici duruma getirilmelidir. Çalışma koşulları iyileştirilmelidir. Emeklilik dönemini de kapsayacak biçimde parasal olanakları artırılmalıdır. Bu koşullar sağlanmadan yetenekli gençleri öğretmenliğe kazandırma olanağı yoktur. Öğretmenler yetenekleri sınırlı olanlar arasından seçilirse, alınacak önlemler ne olursa olsun, nitelikli öğretmen yetiştirme konusunda özlenen sonuç alınamaz.
2. Öğretmenleri başka alanlarda yetişmişler arasından seçmek yerine özel olarak yetiştirmek, eğitimin niteliğini yükseltme çabalarını başarıya ulaştırma koşullarından bir başkasıdır. Türkiye`de öğretmen yetiştirmenin birçok türleri denenmiştir. Sonuç olarak görülmüştür ki, öğretmen yetiştirmek üzere özel olarak açılmış bulunan kurumları bitirenlerin meslekte gösterdikleri başarı, öteki kaynaklardan gelenlerden daha yüksektir. Herhangi bir eğitim kurumuna öğretmen olmak üzere girmemiş bulunanlar arasından öğretmen seçme deneyimi, başarı kazanmış gibi görünmemektedir. Bunun kolayca anlaşılabilir nedenleri vardır. Yanlışta direnmemek gerekir. Özel olarak öğretmen yetiştiren kurumları yeniden açmak için daha çok gecikilmemelidir. Bu kurumların üniversitelere sağlanan özerklikten yararlandırılması da zorunludur. Çünkü öğretmen yetiştirmenin siyasal iktidarın istemlerine göre biçimlendirilmesinden doğabilecek sakıncalar, özel olarak öğretmen yetiştirecek kurumlar açmakla elde edilecek yarardan çok daha fazla olabilir.
3. Öğretmenlik uygulaması, yetişme döneminin önemli bir bölümünü oluşturmalıdır. Öğretmenlik, ancak uygulama ile öğrenilebilir. Eğitim ve öğretime ilişkin kuramsal bilgilerden öğretmenlik uygulamasında en üst düzeyde yararlanma becerisi, ancak uygulama içinde kazanılabilir. Öğretmen yetiştiren kurumlardan uygulamaya çok zaman ayırmış olanların daha başarılı öğretmen yetiştirmeleri beklenir. Yaşananlar, bu beklentinin boş olmadığını göstermektedir. Uygulama çalışmalarından istenen başarıyı elde etmenin güvencesi, öğretmen kökenli, öğretmenlik deneyimi görece uzun olan öğretim üyelerinin denetim ve gözetiminde yapılmasıdır.
4. “Öğretmen yetiştirme” konusu, özel gündemle ve düzenli aralıklarla yapılacak eğitim kurultaylarında (şÃ»ralarda) ele alınmalı; meslek öncesi hazırlık döneminde izlenen yöntem, gerekirse, bu kurultaylarda varılan sonuçların ışığında yeniden belirlenmeli ya da değiştirilmelidir. Öğretmen yetiştirme, yaşamsal önemi olan bir sorundur. Üzerinde sürekli düşünmeyi, bu alandaki yenilikleri izlemeyi hak etmektedir. Bir yandan öğretmen yetiştirilirken, öte yandan bu işin nasıl daha iyi yapılacağı konusu üzerinde düşünmek, bilimsel çalışmalar ve toplantılar yaparak konuyu tartışmak ve varılan sonuçlarla uyumlu önlemler almak gerekir. Çünkü eğitim, sürekliliği olan bir olgudur. Eğitim politika ve yöntemleri, bilimsel gelişmelerle uyumlu biçimde değiştirilmezse, belli bir süre sonra işe yaramaz duruma gelir. Öğretmen yetiştirmeyi de bu bağlamda düşünmek gerekir. Düzenli aralıklarla ve özel olarak toplanacak eğitim kurultaylarında öğretmen yetiştirme sorunu ele alınmazsa, bu alandaki bilimsel gelişmeleri izleme ve onlardan yararlanma fırsatı da kaçırılmış olur. Eğitim alanında yaşanan çıkmazın sorumluluğu; biraz da bu tür fırsatların çoğunlukla kaçırılmış, çok seyrek kullanılmış olmasındadır.
5. Siyasal partilerin iktidara geldiklerinde söylediklerinin (neredeyse) tam tersini uygulamalarının bir sonucu olarak, demokrasinin katılım boyutunun çoğu kez yok sayılması, eğitimde verimliliği önleyen başlıca nedenlerden biridir. Eğitimde köklü değişikliklere yol açabilecek düzenlemeler yapılmaktadır. Bunların hemen hiçbirinin içinde, eğitim çalışanları ile onların kurdukları örgütler bulunmamaktadır. Oysa bugün iktidarı elinde bulunduran siyasal partinin muhalefette iken en çok önem veriyor göründüğü kavramlardan biri “demokratik katılım”dı. İktidara geldikten sonra en çok görmezlikten geldiği kavram da “demokratik katılım”dır. İktidarın yasal zorunluluklar nedeniyle katlandığı biçimsel katılım türleri, uygulamaları hiç etkilememektedir. Katılımı demokratik özünden soyutlama, biçimsel boyutta tutma uygulamasının somut örneklerinden biri, 4688 sayılı yasa uyarınca oluşturulan kurum idari kurulu (KİK) çalışmalarıdır. Anılan yasa gereği, eğitim ve bilim hizmet kolunda kurulmuş olan sendikamızla bakanlığın eşit katılımıyla oluşturulan Milli Eğitim Bakanlığı Kurum İdari Kurulu`nun 13.01.2003 günü aldığı kararlardan biri de, “Milli Eğitim ŞÃ»rası`na katılan üyelerin %5`ini sendika temsilcilerinin oluşturması, TBMM uzmanlık komis-yonları, öğretmen evleri, ILKSAN, okul yönetim kurulları ile bakanlık merkez ve taşra örgütlerinde oluşturulmuş, bundan sonra oluşturulacak olan sürekli ya da geçici kurul ya da komisyonlara en az bir sendika temsilcisinin katılmasına ve bunların görev güvencelerinin sağlanmasına yönelik düzenlemelerin yapılması ve gerekli önlemlerin alınması”dır. Bakanlığın altında imzasının bulunduğu bu kararın uygulanması, öğretmenlerin çalışma verimlerini artırma amacıyla yapılacak tüm çalışmaların içinde sendikamızın da bulunmasını, bu çalışmalara etkin biçimde destek ve katkı sunmasını gerektirmektedir. Bu destek ya da katkı, çalışmanın verimini azaltmaz, tersine artırır. Çünkü sendikamız, öteki eğitim çalışanları yanında, öğretmenlerin de örgütüdür. Öğretmenler, kendi örgütlerinin desteklediği, katıldığı ve katkı sağladığı çalışmalar sonunda kararlaştırılan önlemlerin başarıya ulaşmasını gönülden isterler. Çalışmanın verimini artıracak olan, soyut ve beklenenin tersi sonuçlar doğurabilecek önlemler değil, öncelikle öğretmenlerle, onların gönüllü desteğini alan örgütlerin ciddiye alınmasıdır. Sonuç olarak verimli çalışacak olan, öğretmenin kendisidir. Kendisinin ve örgütünün ciddiye alınmadığını, hasım gibi görüldüğünü, horlandığını düşünen öğretmenin çalışma isteği kırılmış demektir. Çalışmanın verimini ve başarıyı belirleyen öğretmenlerin gönüllü ve istekli çalışmasıdır. Öğretmenlere ve onun kurduğu ya da desteklediği örgütlere değer vermeyen, aldığı kararlara onların etkin katılımını sağlayamayan hiçbir girişim, eğitimin niteliğinin iyileştirilmesini sağlayamaz. Öğretmenlerin çalışma istekleri, bu tür girişimlerle kırılmıştır. Siyasal iktidarların bu yanlış yoldaki ilerleyişleri, yazık ki, son dönemlerde hız kazanmıştır.
6. Öğretmenler unvan yerine durumlarının iyileştirilmesini beklemektedir. Tasarının, öğretmenler arasında ayrım yapılması, hiç gereği yokken onların birbirine düşürülmesi dışında olumlu sayılabilecek bir sonuç doğurması zor görünmektedir. Belki, öğretmenlerin küçük bir bölümünün durumlarında önemsiz sayılabilecek iyileştirme yapılacaktır. Neden belki? Çünkü (yukarıda da açıklandı ki) taslak, yönetime, uzman öğretmen ve başöğretmen unvanlarını hiç vermeme, verse bile bu unvanlara sahip olanların durumlarında hiçbir iyileştirme yapmama yetkisi tanımaktadır. Bu yetkinin hiç kullanılmadığını varsayalım. Bu durumda öğretmenlerin en çok %30`luk bölümünün durumunda göreceli bir iyileşme oluşacaktır. Ancak bu iyileşme, eşit işe eşit ücret kuralının çiğnenmesi pahasına sağlanabilecektir. Üste-lik, başarının değerlendirilmesinde yaşanan çıkmaz nedeniyle, hakkı olanlara değil, iktidarın kendisine yakın bulduklarına unvan dağıttığı izlenimi yaygınlaştıkça, çalışma barışı büsbütün bozulacaktır. Tek başına bu neden, öğretmenler arasında ücretlendirme farklılığını büyütecek her girişimin (özellikle bu aşamada) beklenenin tersine bir sonuç doğuracağının anlaşılmasına yeter. Öte yandan, tüm eğitim çalışanları gibi öğretmenlerin geçim koşullarının iyileştirilmesi, salt bir gereklilik değil, aynı zamanda bir zorunluluktur. Bu konuda daha çok gecikilmesi, yetişecek kuşakların geleceğini karartma anlamına gelecektir. Etkisinin ya da yetkisinin sınırları ne denli geniş olursa olsun hiç kimse, kendisini, çocukların ve gençlerin yaşamlarını karartma hak ve yetkisine sahipmiş gibi görmemelidir. Başka amaçlarla da olsa öğretmenlerin ücretlerinde iyileştirme yapılması gündeme gelmişken, yanlış olandan vazgeçilmeli, çözümün doğruya daha yakın olanı yeğlenmelidir. Doğruya daha yakın olan, öğretmenlerin salt bir bölümüne değil tümüne ek eğitim ve öğretim tazminatı verilmesidir. Bu tazminat, aylık derecelerine göre farklılaştırılabilir. Sözgelimi, en yüksek devlet memuru aylığının brüt tutarının (ek gösterge dahil);
a) 9. ve 8. dereceden aylık alanlara %30`u ,
b) 7. ve 6. dereceden aylık alanlara %35`i,
c) 5. ve 4. dereceden aylık alanlara %40`ı,
d) 3. ve 2. dereceden aylık alanlara %45`i,
e) 1. dereceden aylık alanlara %50`si
ek eğitim ve öğretim tazminatı olarak ödenebilir.
Bunlar, başlangıç oranları olarak kabul edilmeli ve giderek artırılmalıdır. Çünkü, tüm eğitim çalışanları ile birlikte öğretmenlerin içinde bulundukları çetin geçim koşulları, “sembolik” sayılabilecek bu oranlarla iyileştirilebilir olmaktan çoktan çıkmıştır.
Eğitimi ve öğretmeni için kaynak ayırmaktan kaçınan tüm ülkeler, geri kalmışlık çemberini bir türlü kıramamaktadır. Bu yargının tersi de doğrudur: Eğitim ve o alanda çalışanlar için sürekli biçimde kaynak yetersizliği, kamu bütçesinin ve ekonomik dengelerin elverişsizliği gibi (çoğu uydurma) gerekçelere sığınmayan tüm ülkelerin, gelişmişlik düzeyleri ve gelişme hızları imrenerek izlenmektedir. Bu, rastlantı değildir. Yirminci yüzyılın sonlarında başlayan büyük ölçekli bilimsel araştırmalar, eğitim ile üretim arasında doğrudan ve sanıldığından daha güçlü bir bağıntının bulunduğunu kanıtlayan sonuçlar vermektedir. Alınmakta olan bu sonuçların bile uyandıramadığı uluslar, eğitim araştırmaları için önemli sayılabilecek kaynaklara ek olarak doğrudan eğitimin kendisi için ayırdıkları kamusal kaynakları her geçen gün biraz daha artıran uluslarla onların oluşturdukları uluslararası örgütlerin gölgesinde yaşamak dışında bir seçenek bulamayacaklardır.