21.03.2016 günü TBMM Başkanlığı’na sunulan torba yasanın asıl amacı, 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası’nın 53. maddesini düzenlemektir. Yükseköğretimde antidemokratik uygulamaları arttıracak, üniversitelerde ceberut anlayışı hakim kılacak bu düzenleme hakkındaki görüşlerimizi açıklamak için bugün Eğitim Sen Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi’nde bir basın toplantısı düzenledik. Basın toplantısına, Genel Sekreterimiz Sakine Esen Yılmaz, Genel Örgütlenme ve Yükseköğretim Sekreterimiz İsmail Sağdıç ve şube yöneticileri katıldı.
Genel Sekreterimiz Sakine Esen Yılmaz’ın açıkladığı basın metni aşağıdadır.
Bilindiği üzere, AKP’nin yükseköğretim alanına dair disiplin hükümlerini düzenleyen yasa tasarısı 21.03.2016 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından TBMM Başkanlığı’na sunuldu.
Söz konusu tasarı, polisin adeta üniversitenin bileşeni haline getirilmesi, akademisyenler üzerindeki baskının gözaltı ve tutuklamalara dönüşmesi gibi hali hazırda yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde, AKP’nin tüm güvenlikçi disiplin teknolojilerini kullanarak üniversitelere adeta yığınak yaptığı görülecektir.
Tasarının kamuoyunda tartışıldığı günlerde yaptığımız açıklamada da belirttiğimiz üzere, tasarının bu haliyle yasalaşması durumunda düşünce ve ifade özgürlüğünden, sendikal hak ve özgürlüklere; akademik özgürlüklerden, üniversitelerin geleceğine kadar büyük bir darbe vurulacaktır.
Üstelik söz konusu tasarının yasalaşması sadece akademiyi değil, kamuda çalışan tüm emekçileri ve sendikaları da etkisi altına alacaktır. Söz konusu tasarının yasalaşması durumunda, aynı doğrultuda 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda da düzenleme yapılması işten bile değildir!
Tasarıda yer alan düzenlemelere bakıldığında karşımıza çıkan tablo şu şekildedir:
- 30 Yılı Aşkındır Anayasa’ya Aykırı Biçimde Zorbalıkla Ceza Verildiği Onaylanmış Oldu!
Anayasa Mahkemesi 14.01.2015 tarihinde, E.2014/100, K.2015/6 sayılı kararı ile yükseköğretim alanına dair düzenlenen disiplin yönetmeliğini iptal etti. Dolayısıyla AYM kararı, 1982’den bu yana süregelen 33 yıllık bir “disiplin yönetmeliği” uygulamasını hukuka aykırı bularak, yetki gaspı olarak mahkum etmiştir. Ancak AKP, bu tasarı ile ortaya çıkan hukuksal boşluğu demokratik ilkeler ve evrensel hukuk normları çerçevesinde gidermek yerine, akademisyenleri ve yükseköğretim alanındaki diğer emekçileri susturmanın, işten atmanın derdine düşmüştür!
Dolayısıyla, “tarihin çöplüğüne atılması gereken” 12 Eylül ürünü 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası, günümüze kadar egemenliğini sürdürme özelliğinin yanı sıra, yeni baskılama araçları ile güçlendirilen bir yasa özelliğini taşımaktadır.
- Anayasa ve Uluslararası Sözleşmelere Aykırı Biçimde Sendikal Hak Ve Özgürlükler Ayaklar Altına Alınmak İstenmektedir!
Söz konusu tasarı kapsamında “kademe ilerlemesinin durdurulması” ve “kamu görevinden çıkarma” cezasını gerektiren hallerde “siyasi amaçla grev – siyasal amaçlar dışında boykot, grev” ayrımı yapılmıştır. Ancak açıkça ifade etmek gerekirse grevle ilgili böylesi bir ayrım yapılması ve her iki durumda da “grev, boykot, kitlesel işe gelmeme vb eylemlerin cezalandırılmak istenmesi üst normlara aykırılık taşımaktadır.
Kanun tasarısında “Kademe İlerlemesinin Durdurulması ve Birden Fazla Ücretten Kesme” cezasının düzenlendiği başlıkta şu düzenleme yapılmıştır:
“Kamu Görevinden Çıkarma” başlığı altında getirilen düzenlemede ise;
fiilleri suç olarak tanımlanmıştır.
Görüldüğü üzere her iki ceza kategorisinde de grev, iş yavaşlatma, toplu olarak göreve gelmemek gibi en temel sendikal eylemlilikler suç olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca, barış talep ettiği için ya da derslerinde insan haklarına dikkat çektiği için tutuklanan, gözaltına akademisyenlerin “terörist” ilan edildiği gözetilecek olursa, cezalandırmanın doğrudan eleştirel ve muhalif düşünce beyanlarını içine alacağına şüphe yoktur. Halbuki Lima Bildirgesi’nde de belirtildiği üzere, üniversite bileşenleri herhangi bir ayrım yapılmaksızın ve devletten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesi taşımadan tek tek veya toplu halde felsefe, sanat yapma, bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma ve yazma yoluyla edinme, geliştirme ve yayma-iletme özgürlüğüne sahip olmalıdır.
Ayrıca, unutulmamalıdır ki sendikalar ve demokratik kitle örgütleri demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Sendikalar, ekonomik ve sosyal istemleri için demokratik tepkilerini dile getirebilir, kamu emekçilerini yönlendirebilir. Bu sendikaların en önemli işlevidir. Kamu emekçilerinin uyarı/dayanışma grevi hakkı, imzalanan ve onaylanan uluslararası sözleşmelerle de düzenlenmiştir. Böylece bu hakkın kullanılması kamu emekçilerinin hakları arasında yer aldığından bir suç teşkil etmediği gibi, devlet kurumları bu hakkın kullanılmasını sağlamak bir tarafa, kullanılmasının önündeki engelleri kaldırma yükümlülüğü altına girmiştir. Daha açık ifade etmek gerekirse;
151 sayılı İLO Sözleşmesi’nin 3.maddesi, sendikaların kamu emekçilerinin çıkarlarını savunmak amacıyla etkinliklerde bulunabileceklerini açıkça kabul etmiştir.
87 Nolu ILO Sözleşmesi’nin 3. maddesinin 2. Fıkrası da, “sendikal eylem ve etkinlikler” yönünden kamu makamlarına pozitif görevler yüklemiştir. Sözleşmenin 8/2 maddesinde de sendikalarının kendi amaçları doğrultusunda düzenlemiş olduğu etkinlere katılması nedeniyle üyelerinin cezalandırılamayacağı kesin bir ifadeyle vurgulanmıştır.
Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın ‘Toplu pazarlık yapma ve eylem hakkı’ başlıklı 28. maddesi de toplu sözleşmeleri müzakere etme ve imzalama ve menfaat ihtilafı olması halinde grev eylemi dahil olmak üzere sendikaların, dolayısıyla kamu emekçilerinin kendi çıkarlarını korumak için toplu eylem yapma hakkını güvence altına almıştır.
Anayasa ve insan hakları sözleşmeleri, yargı kararları ile de güvence altına alınan sendikal faaliyet hakkı, Türk Ceza Kanunu ile de korumaya alınmış, TCK 118. maddesinde sendikal faaliyetin engellenmesi yasaklanmıştır.
05.08.1999 gün ve 1999/44 sayılı Başbakanlık Genelgesinde yukarıda yer verilen uluslararası sözleşme hükümlerine yer verildikten sonra; kamu görevlilerinin sendika ve konfederasyonlar şeklinde örgütlenmelerine engel olunmaması, bu örgütlerin etkinliklerinin genel kolluk yetkisi kullanılarak müdahale edilmemesi, sendikal çalışmaları nedeniyle sendika yöneticilerine ve üyelerine disiplin cezası uygulanmamasının gerektiği belirtilmiştir.
- Suç Olarak Değerlendirilen Fiil Sayısında Artış Olmuştur!
Akademinin ve üniversitelerin “suç üretim merkezi” olarak algılanması sonrasında bu alanın “baskılanması” gerektiğini düşünen 12 Eylül faşist darbecilerinin aklıyla hazırlanan “Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği”, dahi söz konusu tasarının gerisinde bırakılmıştır. Yönetmelikte suç sayısı “65”, cezalandırma ise “5” kategoride yer alırken, yasa tasarısı ile getirilmek istenilen suç adedi “70”, ceza sayısı ise “6” kategoriye çıkartılmış bulunmaktadır. Gönderme yapılan ve göz önüne alınması önerilen 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda dahi yaptırıma konu kılınan suç sayısı 53, ceza sayısı ise 5’dir.
Elbette ki baskılama ve sindirme arzusunu, yalnızca suç ve ceza sayısı ile açıklamaya çalışmak yetersiz kalacaktır. Ancak bu durum dahi AKP’nin ortaya koyduğu “suç” ve “ceza” mantığını göstermesi açısından önemlidir.
- YÖK “Süper Savcı Ve Yargıç” Yetkileriyle Donatılıyor!
Tasarının getirdiği en önemli değişiklik YÖK Başkanı ile YÖK Yüksek Disiplin Kurulu’nu “SÜPER SAVCI VE YARGIÇ” konumuna getirmiş olmasıdır.
53 üncü maddeye (Ç) fıkrası olarak eklenmesi planlanan düzenleme, kimi suçlarda YÖK Başkanı ile YÖK-YDK’yı hem savcı hem de yargıç kılmaktadır. Bu düzenlemenin, YÖK’ün merkezi iktidarını pekiştirmeye ve AKP’nin YÖK eliyle üniversiteler üzerindeki kontrolünü artırmak istemesine hizmet edeceği açıktır.
Halbuki, 2547 sayılı yasanın “Yükseköğretim Kurulunun Görevleri” başlıklı 7 inci maddesinin (l) fıkrası “rektörlerin disiplin işlerini kovuşturmak ve karara bağlamak” olarak belirlemektedir. Yine 2547 sayılı yasanın “Disiplin ve Ceza İşleri” başlıklı Dokuzuncu Bölüm altında “Genel Esaslar” başlığı ile yer alan 53/a maddesi de YÖK Başkanını,yalnızca “Yükseköğretim Kurulu ile üniversite rektörlerinin disiplin amiri” olarak tanımlamaktadır.
Dolayısıyla tasarıda yer alan düzenleme, söz konusu yasa maddeleri kapsamında değerlendirildiğinde; YÖK Başkanının “tüm üniversite yönetici, öğretim elemanları ve diğer personelinin BAŞ DİSİPLİN AMİRİ” olarak görev yapmasına yasal dayanak bulunmamaktadır.
- Disiplin Kurulunda Ve Yüksek Disiplin Kurulu’nda Yer Alan Sendika Temsilcilerinin, Oya Katılma Hakkından Yoksun Kılınarak İşlevsiz Kılınmak İstenmesi Açıkça Hukuksuzdur!
Tasarı ile 2547 sayılı yasanın 53. Maddesine eklenmek istenilen düzenleme ile “Hakkında disiplin cezası teklif edilen ilgilinin üyesi olduğu sendika temsilcisi, ilgiliye ilişkin ceza teklifinin veya itirazının görüşüldüğü disiplin kuruluna, üyesini temsil etmek üzere katılabilir” denildikten sonra, bu katılımı, “sendika temsilcisinin disiplin kurullarında OY HAKKI BULUNMAZ” diyerek anlamsız kılmaktadır. Çünkü oy hakkı bulunmayan temsilcinin, katılmadığı karar hakkında karşı oy gerekçesini karara ekletmesi söz konusu olmayacaktır. Getirilmek istenen bu düzenleme ile gerek hali hazırdaki mevzuat hükümleri gerekse sendikal mücadelemizin bir kazanımı olan Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararı yok sayılmaktadır.
Şöyle ki 28310 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun 29.5.2012 tarihli ve 2012/1 sayılı kararının “Yükseköğretim Kurumları Disiplin Kurullarında Sendika Temsilcisinin Bulunması” başlıklı 20.maddesinde, hakkında disiplin soruşturması yürütülen kamu görevlisinin üyesi olduğu sendikanın temsilcisinin, yükseköğretim kurumları disiplin kurulları ile yüksek disiplin kurullarında yer alacağı kurala bağlanmıştır. Anayasa’nın “Toplu İş Sözleşmesi ve Toplu Sözleşme Hakkı” başlıklı 53.maddesinde ise Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararlarının kesin ve toplu sözleşme hükmünde olduğu belirtilmiştir.
Dolayısıyla AKP, kendisini hukukun üstünde görerek sendikal haklarımızı yok etmek istemektedir.
- Zamanaşımına Getirilen Düzenleme İle Soruşturma Baskısı Artırılıyor!
Anayasa Mahkemesi kararıyla tarafından iptal edilen Disiplin Yönetmeliği’nde disiplin soruşturmasının başlatılması yetkisini; kamu görevinden çıkarma cezası dışındaki cezaları gerektiren disiplin suçlarının soruşturulması yetkisini, soruşturmaya yetkili amirin öğrenilmesinden başlayarak “bir ay”; kamu görevinden çıkarma cezasını gerektiren suçlar için de “altı ay” olarak ve bütün disiplin suçları için ceza verme yetkisini de “iki yıl” ile sınırlarken, tasarının 53/C maddesi ile bu süreler, bütün suçlar için soruşturma yetkisini “altı ay”a çıkartmakta, ceza verme yetkisini “altı yıla” genişletmektedir.
Anayasal güvence altında görev yapan öğretim elemanları, zamanaşımı süresinin ucu açık hale getirilmesiyle sürekli disiplin baskısı altına alınmak istenmektedir. Devlet Memurları Kanunu’ndaki hükümleri dahi aşan bu düzenleme ile yargı kararlarının etrafından dolanarak, disiplin baskısını sürekli kılmak istemektedir.
Yasalaştırılmak istenen düzenleme ile “disiplin cezasının yargı kararıyla iptal edilmesi halinde, kararın idareye ulaştığı tarihten itibaren kalan zamanaşımı (2 – 6 yıl yada sürekli) süresi içerisinde, zamanaşımı süresinin dolması veya üç aydan daha az süre kalması halinde, en geç üç ay içerisinde, karar gerekçesi dikkate alınarak yeniden disiplin cezası tesis edilebilir” denilmektedir.
Yani soruşturmaya maruz kalan kişi, yargı tarafından aklansa dahi disiplin amirinden, süper savcı-yargıç YÖK Başkanı ile YÖK-YDK’dan yakasını kurtaramayabilecektir. Böylelikle yargı kararı uygulanamaz hale getirilecektir.
Zamanaşımı, şüpheliler hakkında disiplin silahının sürekli kılınmamasını ve eğer gerçekte bir disiplin cezasına konu suç işlenmiş ise bunun tez elden soruşturularak, gerçeğin en kısa zamanda ortaya çıkartılmasını sağlamaktır. Tasarı ile getirilmek istenilen düzenleme bunun tam tersini gerçekleştirmek amacına yönelik olup, yükseköğretim alanındaki emekçilerin siyasi iktidara ve YÖK’e itaat etmesini hedeflemektedir.
- Vakıf ya da Devlet Üniversitesi Fark Etmez! Akademik Özgürlükler Olmadan Üniversite Olmaz!
Yükseköğretim kamu hizmeti, devlet memurları tarafından yürütülen genel idari hizmetlerden farklı özellikler arz eden ve bu nedenle farklı bir düzenlenişe ihtiyaç gösteren hizmetlerdir. Bunun sonucu olarak, bu hizmetleri yürüten personelin statüsü ve tâbi olduğu kurallar da devlet memurlarından farklı olmaktadır. Bu husus, Anayasa Mahkemesi’nin 16.7.2010 tarih ve E. 2010/29 K. 2010/90 sayılı kararında da açıklanmaktadır. Buna göre, “Anayasa’da üniversite, bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin öğretildiği kurum olarak nitelendirilip bilimsel ve idari özerkliğe sahip kılınarak diğer kamu kurumlarından farklı değerlendirilmiş, öğretim üyelerine de kamu görevlisi olmakla birlikte genel sınıflandırma içinde ayrı bir yer verilerek kendilerine özgü önem ve değerde bir meslek sınıfı olduğu belirtilmiştir. Öğretim üyelerinin bu konumları dikkate alındığında bunları diğer kamu görevlileri gibi değerlendirmek mümkün değildir” denilmiştir.
Akademik ifade özgürlüğü, Anayasa’nın 27’nci maddesinde “Herkes, bilimi (…) serbestçe açıklama (…) özgürlüğüne sahiptir.” şeklinde düzenlenmiştir. Dikkat edilecek olursa bu maddede herhangi bir özel sınırlama nedenine yer verilmemiştir. Anayasa’nın 13’ncü maddesinde ise “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denmektedir. Anayasa’nın 13 ve 27’nci maddelerin beraber okunmasından çıkacak anlam, Anayasa’nın genel ifade özgürlüğünden (md. 26) farklı olarak, akademik ifade özgürlüğü için özel bir sınırlama nedenine yer vermemiş olmasıdır. Şu halde akademik ifade özgürlüğü sadece zımnî sınırlara tabidir. Bu sınır da başkalarının hak ve özgürlükleridir.
Öte yandan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. maddesinde; “öğrencilerini, hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı vatandaşlar olarak yetiştirmek” yükseköğretimin temel amaçları arasında sayılmıştır. Özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip olması engellenen veya düşüncelerini açıkladığı için ceza tehdidi ile karşı karşıya bırakılan bir öğretim üyesinin; öğrencilerini özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip bireyler olarak yetiştirmesi beklenemez. Akademik özgürlüğün, üniversitenin işlevinin gerçekleştirilebilmesi için, öğretim üyelerinin yetkililere veya belirli siyasi gruplara rahatsızlık vermesi pahasına, fikir, bilgi ve olguları iletme haklarının baskı altına alınmaması, işlerini kaybetme gibi bir müeyyide ile karşılaşmamaları gerekir.
Bu nedenle, güvencesiz istihdamın en ağır sonuçlarının yaşandığı vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin ve akademik özgürlüğün, söz konusu tasarının içerdiği hükümler nedeniyle çok daha ağır ve yıkıcı sonuçlarla karşılaşması mümkün kılınmaktadır.
Sonuç olarak;
Üniversiteleri AKP’nin “siyaset akademisine”, kamu emekçilerini ise “kapı kulu” haline getirmek isteyenler karşısında Eğitim Sen olarak, söz konusu tasarının yasalaşmasını engellemek için tüm gücümüzle mücadele edeceğimizin bilinmesini isteriz. Tasarının TBMM’de izleyeceği süreci yakından takip ederek, ulusal ve uluslararası düzeyde her türlü demokratik hakkımızı kullanarak çeşitli girişimlerde bulunacağız.
Ayrıca üniversitede yaşamı/ilişkileri düzenleyen kuralların güvenlik ve disiplin sorununa indirgenerek suçlar ve cezalar ikilemine sıkıştırılmasını reddettiğimizin de bilinmesini istiyoruz. Bu kapsamda tüm üniversite bileşenlerini, çalışanlar ve öğrenciler açısından haklar, özgürlükler, sorumluluklar ile kurumun yükümlülüklerini belirttiğimiz ve “Ortak Yaşam İlkelerimiz” başlığıyla duyurduğumuz ilkeler doğrultusunda üniversite ve akademiye sahip çıkmaya, insan-toplum-doğa yararına üniversite mücadelemize destek olmaya çağırıyoruz.